Dünya, büyük bir kargaşaya, büyük savaşlara, kitle imha silahlarının hadsiz miktarda kullanılacağı büyük kıyımlara doğru yol almaktadır.
Bu büyük yıkıntının tetikçilerinin Ortadoğu merkezli “Dünya Krallığı” hayallerinin önündeki ilk ve en büyük engel İslâm dünyası ve İslâm dini’dir. (Bu gerçeklerin gerekçeleri müteaddid defalar çeşitli yazılarımızda izah edilmiştir.)
Bu küresel ihtirasın akıbetini tayin edecek kilit ülke ise Türkiye’dir.
“İlluminati’nin karanlık beyinleri, Türk milletinin anahtarını ele geçirebilirse, sadist ve açgözlü hedeflerine ulaşma yolunda uzun bir mesafe katetmiş olacaklar. Tamamen kontrolleri altına alamadıkları bir Türkiye, bu misyonlarını imkânsız hale getirmese bile, şüphesiz ki, bir hayli zorlaştıracaktır.
Bundan dolayı, önümüzdeki günlerde, bu karanlık karakterlerin, Türkiye’yi etkileri altına alabilmek için daha fazla gayret göstereceklerini tahmin edebiliriz. Çünkü, Türkiye’nin de fethedilmesi gerektiğine inanıyorlar. Mümkünse sinsi komplolarla. Ekonomik yıkımlarla ya da gerekirse kaba güç kullanarak.” (Texe Marrs’ın İllimunati isimli kitabının Türkçe baskısı için 23 Ocak 2002’de yazdığı önsöz, sh: 9)
Yıllar yılı perde arkasından Türkiye üzerinde söz sahibi olanlar, Türkiye’yi tamamen ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Fakat Hazret-i Allah’ın lütfu ve yardımı ile bu gayelerine ulaşamamışlardır. Bu sebeple gerilim yükselmekte, birlik-beraberliğimiz olmadığı, Hazret-i Allah’a imanımız zayıf olduğu için halihazırda yaşadığımız zor günlerin daha da zorlaşması ihtimali bulunmaktadır.
Dış düşmanlara diş geçirmekte zorlanışımızın en büyük sebebi iç düşmanlarımızın devletimiz üzerinde haddinden fazla söz sahibi olmalarıdır. Bu sebeple Türkiye yeni bir Kurtuluş Savaşı yapma durumuna gelmiştir.
Türkiye bağımsız ve büyüyen bir ülke olarak yoluna devam etmek istiyorsa tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi topyekün bir savaş vermek, emperyalistlerin ve onların maşalarının bütün tekliflerini elinin tersiyle itelemek zorundadır. Ve daha önemlisi bizi bu duruma düşüren sebepleri doğru tahlil ederek, doğru kararlar almak zorundadır. Çünkü artık hata yapma lüksümüz kalmamıştır.
Türkiye’de mandacı, Küresel Kraliyetçi gizli cemiyet üyeleri ve yandaşları ile yerli güçler arasında yaşanan iktidar mücadelesini küresel hakimiyetçi güçlerin uzantısı olan ihanet ehli kazanırsa birkaç yıla kalmaz madenlerimiz, topraklarımız, sanayi kuruluşlarımız, ekonomik varlıklarımız elimizden gider. Türkiye masa başı oyunları ile fethedilir.
Bu sebeple Türkiye’nin gerçek gündemi siyaset ve siyaset esnafı değildir. Memleketimizde yapılan siyaset ve seçim tartışmaları; büyük bir yangının büyük bir gürültüyle yaklaştığı bir evde, hangi odada hangi aile ferdi oturacak tartışmalarının yapılması gibi abuk bir şeydir.
Kapımızdaki tehlikeler bu kadar ciddi olduğu halde Türkiye gündeminin iç çekişmeler ve gerginliklerle meşgul edilmesi büyük bir talihsizlik ve gaflettir.
Üstelik siyaset “Sen-ben kavgası”na, “Kim memleketin malını daha çok çalacak yarışı”na dönüşmüştür. Devlet malını particilik maskesi altında hortumlayan asalakların tek kaygısı ise “Hangi partiye geçersem musluğun başına otururum”a inmiştir. Birer menfaat şebekesi gibi çalışan particilik Türkiye’nin geleceğini karartmaktan başka bir işe yaramayan bir kangrene dönüşmüştür. 3 Kasım’da seçimin yapılması bile şüphelidir. Menfaatlenmek için siyaseti kullanan, utanma, arlanma gibi hasletlerin zerresini taşımayan birkaçyüz kişinin siyasi ikbalini devam ettirmek uğruna memleketin harap olmasını göze almasına kimse şaşırmamalıdır.
Bu sıkıntılarla beraber Türkiye’nin önünü açacak çok önemli bir süreç de beraberinde yaşanmaktadır. Eğer dikkatli bir gözle gelişmeleri takip ediyorsanız, insanlarımızın beyninde örülen ve Türkiye’nin önünü tıkayan birçok psikolojik engelin birer birer yıkıldığını görürsünüz.
Türkiye düşmanlarının yıllar boyu sinsice ördüğü bu engellerin başlıcaları şunlardır.
Batıcılık: “Batı’dan gelen her şey mükemmeldir” yanlış yargısı yıllar yılı emperyal saldırılara karşı bizi korumasız bırakmış, sömürge ülkelerinde yapılmayan uygulamalar bu memlekette icra edilmiş, koskoca Türkiye ABD’nin sömürgesi haline getirilmiştir. Osmanlı bakiyesi nesil kaybolduktan sonra memleket tamamen mandacıların, tanzimatçıların eline kalmıştır.
““Batı” tanzimatçı zihniyet taraftarları eliyle ve Batı ülkeleri ile elbirliği içinde bu milletin “gizli din”i haline getirilmiştir. Bu sebeple bazı kalemler “Tanzimatçı” sıfatı ile “ihanet” sıfatını eş anlamlı olarak kullanmaktadırlar. Türkiye, Kurtuluş Savaşı yıllarında bu zihniyet ile de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Ancak önüne hedef olarak “Batı Uygarlığını Geçmek”i koyduğu için tanzimatçı zihniyetin ipleri eline almasının önüne geçilememiştir. Zira hedefiniz “geçmek” olarak dile getirilse bile bu zımnen “Batı Medeniyeti”nin üstünlüğünü kabul etmek demektir. 20. yüzyılın başında bu hataya düşen Türkiye, yeni bir Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı 21. yüzyılın başında aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Aynı hata tekrar edilirse öyle ya da böyle tanzimatçı zihniyet -en çok bir nesil sonra- iktidarda kalmaya devam edecek ve bu ülke en iyi ihtimalle “Yarı sömürge”-“Yarı Bağımsız” sıradan bir devlet olmaya devam edecektir.” (Hakikat, Nisan 2002, sh: 33)
Bu duvar sebebiyle AB üyelik sürecinde kendi menfaatlerimizi savunmak için önce kendi içimizde bir mücadele sergilemek zorunda kalıyoruz. Haliyle dışarıya karşı zayıf düşüyoruz.
Aşağılık duygusu: “Biz hiçbir şey beceremeyiz, Avrupa, Amerika ya da Japonya ve hatta herhangi bir Asya veya Afrika ülkesi bizden daha iyisini yapar.” zihniyeti iliklerimize işlendi, yapabileceğimiz işleri dahi yapamaz duruma getirildik. Araştırma, geliştirme neredeyse sıfır düzeyinde idi. Hâlâ daha; onlarca üniversitemiz var, bilimsel faaliyetlerimiz yok denecek kadar az.
İmparatorluk Mirasının Silinmesi: “Osmanlı, kötülük ve ihanetten başka bir miras bırakmamıştır” inancı ders kitaplarına dahi girmiş, bu millet atalarını inkar eden, lanetleyen bir millet haline getirilmiştir. Sovyetler Birliği yıkıldığı zaman, “Aaa, Orta Asya’nın tamamı Türklerin yaşadığı koskoca bir yermiş” dedik, Bosna Savaşı çıktığında “Aaa, Balkanlarda ne kadar çok müslüman ve hatta Türk varmış.” dedik. Bütün bu gelişmelere hazırlıksız yakalandığımız için, “Adriyatikten Çin seddine” demagojileri ile karnımızı doyurmak zorunda kaldık.
Üç başlık altında özetlemeye çalıştığımız bu duvarların her birisi çatır çatır yıkılmaktadır.
Memleketin sivil ve asker elitinin, bürokratik kadroların gözü açılmaya başlamıştır. Daha önceki sayılarımızda da söylediğimiz gibi Türkiye’yi fethetmeye çalışanlar pervasızlıkları ve acelecilikleri sebebiyle deşifre olmuştur. Böylece dost-düşman ortaya çıkmış, dost görünerek düşmanlık yapan müttefiklere sahip olduğumuz anlaşılmış, neyin kâr neyin zarar olduğu az-çok ortaya çıkmıştır. Masonların, gayr-i milli unsurların Batı ülkelerinin menfaatlerini müdafaa ettikleri, Türkiye’yi peşkeş çekmeye çalıştıkları, devletin zayıf düşmesine ses çıkarmadıkları anlaşılmıştır.
Ancak geriye insanlarımızın beyninde örülen duvarların en büyüğü ve en çok zarar vereni kalmıştır. Bu da “İslâm’ın Düşman Belletilmesi Duvarı”dır.
İslâm Düşmanlığı: Küresel Kraliyetçiler ABD’yi kullanarak son 10 yılda İslâm dinini ve İslâm dünyasını düşman ilan etmişler, bu düşmanlık 11 Eylül’den sonra askerî müdahalelere dönüşmüştür. Bu saldırıların enformatik boyutu yıllar yılı Türkiye’de basın eliyle yapılanlar hakkında da bir fikir vermektedir. Nasıl ki Hollywood yapımcıları müslümanları terörist olarak göstermek için özel gayret gösteriyorsa, özel tertiplerle ve özel haberlerle halkın bilinç altına bazı şeyler yerleştiriliyorsa bir benzeri yıllar yılı Türkiye’de yapılmıştır.
Bu o kadar ileri götürülmüştür ki, Türk insanı ticaret gayesi ile dahi olsa İslâm ülkeleri ile ve müslümanlarla irtibat kurmaya korkar olmuştur. Amerikası, Avrupası, müslüman coğrafyada türlü türlü kılıklara girerek her türlü malını pazarlarken, yıllar yılı adaletle yönettiğimiz topraklara düşman gözü ile bakar olmuşuzdur.
“Ateizm fitnesi 20. yy. başında bütün dünyayı sarmıştı. Darwin’in uydurma teorisine birçok kimse hakikat gibi sarılmıştı. Tanzimattan sonra başlayan süreçte Batı hayranlığı ile beraber ateizm fitnesi bize de bulaştı. “İslâmiyet terakkiyatın önündeki tek engel’dir” fikriyatı ile hareket edildi. Bu fikriyat devletin resmi politikası oldu. Küffar da zaten bunun için gayret ediyordu. Bizim bu halimizden fazlasıyla memnun oldular. Savaşlarda elde edemediklerini sinsice ele geçirdiler. Harp sahasında kaybetmediğimiz halde bütün sömürge yöntemleri bir bir memleketimizde icra edildi. Sonuçta türeme zümreler memleketi ele geçirdi.” (Hakikat, Temmuz 2002, sh: 42)
Türk eliti ateist zihniyetle ifsat olmuş, dine sadece sosyolojik bir olgu gibi yaklaşmış, neticede Batı’dan ithal edilen yanlış fikirlerle, Hazret-i Allah’ın dini, beşerî kalıplara sokulmaya çalışılmıştır. “Halk fırkası”nda toplanan bu ateist elitten kimi dini ortadan kaldırmaya, kimisi kendince budamaya çalışmış, yeni icat edilen bazı şeyler din yerine konulmaya çalışılmıştır. Halkın inancı üzerinde yapılan baskılar özellikle İnönü devrinde büyük zulümlere kadar vardırılmıştır. Bugünkü sömürge düzeninin temeli de bu devirde atılmıştır.
İlk zamanlarda emperyalist saldırılara karşı verilen başarılı mücadeleler, dış siyasette yürütülen dirayetli icraatlar, din konusundaki yanlış hareket sebebiyle gölgelenmiş, halk ile devletin arası açılmış, bunun neticesi olarak devlet İslâm dini karşıtlığına dört elle sarılan gayr-i müslimlere, dönmelere, masonlara, mezhepçilere kalmıştır.
Cumhuriyetin ilk devir yöneticileri dinin gerek halk üzerindeki gerek dış siyasetteki tesirini görüyorlar, ancak kurmak istedikleri düzenle ve inandıkları ile bu gerçek arasında bocalıyorlardı. Hilafetin kaldırılmasında da bu bocalama yaşanmıştı. Neticede uluslararası sahadaki gücümüzü zayıflatacağı bilindiği halde tercih yanlış istikamette kullanılmıştır.
Evet birçok doğru şey yapılmıştır. Ancak yapılan yanlışları da görme zamanı gelmiştir. (Nitekim bu tercihlerimiz devrin süper gücü İngilizleri ziyadesi ile memnun etmişti.)
İman ve “Allah Allah” nidaları nasıl ki cephede savaşları kazanmamızın en büyük amili ise, her cephede aynı iman ve aynı nida ile düşman üzerine yürümek zorundayız. Veyahut Serdar Turgut’un dediği gibi dinimizi değiştirmeliyiz(!). Uluslararası konjonktür bu ikisinin ortasında bir yer bırakmıyor. Eğer bağımsız olmak istiyorsanız ve de isminiz müslümansa yukarıda izah edilen büyük savaşın kaçınılmaz bir tarafısınız demektir.
Dini kaldıramayanlar, onu yönlendirmeye çalışmakta, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan hatalar hala tekrar edilmektedir. “Ben müslümanım” diyen herkes elini vicdanına koymak ve şuna karar vermek zorundadır: Allah’a inanan bir kimse O’nun emir ve yasaklarına riayet edemese dahi onun dinini değiştirmeye cesaret edemez. Günahkarlığını, acziyetini ortaya koyar, koymalıdır. Zira Hazret-i Allah vardır ve bütün azameti ile bizi çepeçevre kuşatmıştır.
“Dinin tepesine oturmuş gibi bir tavır”la hareket eden her kim olursa olsun dinde bir yıkıcıdır, vatanda da bir yıkıcıdır. Zira toplumun temel yapı taşını bozan toplumu bozmuş olur, toplumu bozan, birçok fitnenin bölücülüğün yayılmasına zemin hazırlamış olur. Hepsinden önemlisi Hazret-i Allah’ın lütuf ve desteği üzerimizden kalkar.
Reformcular; devlet eliyle dini yönlendirmeye çalışan idareciler, bürokratlar; Yaşar Nuri’ler, Mehmet Nuri’ler; Erbakan’lar, Fetullah’lar, Kaplan’lar.... hepsi aynı saftadır. Kiminin kibri ve sapkınlığı daha ağır basar, ancak hepsi nefsinin heva ve hevesini din yerine koymaya çalışan, Hazret-i Allah ve Resul’ü karşısında amirlik taslayan haddini bilmez birer yıkıcıdır. (İkinci sınıf İslâm’ın ön safında göründükleri için yıkıntıları daha büyüktür.)
Yüzyıllardır Hazret-i Allah’a gönülden bağlanmış ve O’nun dini için canını, malını feda etmiş bu millet bunların hiçbirisine gerçek anlamda itibar etmemiş, bunların yıkıcılığı milleti bozmaktan, parçalamaktan, devleti zayıf düşürmekten, devlet kadrolarının gayr-i milli unsurların eline geçmesine sebep olmaktan başka bir işe yaramamıştır. Nitekim bugün yaşanan sıkıntıların en büyük sebebi de budur.
Bugünkü ahlaksızlığın, arsızlığın, hırsızlığın, bölücülüğün bütün müsebbibi bu duvardır, bu duvarı yükseltenlerdir.
Tsunamilerle dolu bir okyanusta Türkiye gemisini yüzdürebilmenin tek yolu bu engelin de aşılabilmesinden geçmektedir.
Bu engelin aşılabilmesi için bu duvarın dayandığı temelleri bir bir ortaya koymak, zihinlerdeki bulanıklığı gidermek gerekmektedir.
Bu duvar; din bölücülerinin “saltanat sevdası, devleti ele geçirme gayretleri”ne İslâm dini’ni alet etmeleri, ortada “Bu din hangi din?” dedirtecek kadar din bezirganı bulunması, dinsizlerin ve gayr-i milli unsurların din düşmanlıklarını devlet adına icra etmeleri, mandacı basının ve Hollywood yapımcılarının İslâm dini’ni ve müslümanları terörist olarak takdim edip durması gibi tuğlalarla epeyce yükselmiştir.
Bu böyle olduğu gibi İslâm dini ile devlet arasındaki münasebetin kopartılması aynı zamanda birçok fitnenin kaynağı olmuştur.
Nitekim Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Âmirleri Allah’ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah ,onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür.”(İbn-i Mâce)
Bu durum bütün İslâm dünyasında birçok fitnenin ve hatta İslâm dini adına yapılan terör faaliyetlerinin gerekçesi yapıldığı için bu sorulara doğru cevap verilmesinin ehemmiyeti her bakımdan daha bir önem arzetmektedir.
Gerek din bölücülerine, gerek dini ortadan kaldırmak isteyenlere verilecek cevapları, söylenecek sözleri ve bu konunun teorik çerçevesini ayrı bir yazı konusu yapmak gerekiyor.
Kısaca söylemek gerekirse “Din ve devlet konusunda İslâm ne diyor?” sorusunun cevabı yüzyıllardır tasavvuf ehli evliyaullahın yaptıklarında, söylediklerinde, çizdiği çizgide mevcuttur. Karahanlılardan, Gaznelilerden, Selçuklu’dan Osmanlı’ya kadar bin küsur yıldır devam eden müslüman Türk tarihi bu sorunun cevapları ile doludur.