Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - “Tarihçi” Geçinen “Tahrifçi”Ler Tarafından; “Fatih”e Ve “Feth”e Yöneltilen Asılsız İtham Ve İftiralar - Ömer Öngüt
“Tarihçi” Geçinen “Tahrifçi”Ler Tarafından; “Fatih”e Ve “Feth”e Yöneltilen Asılsız İtham Ve İftiralar
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Mayıs 2005

 

Tarihçi” Geçinen “Tahrifçi”ler Tarafından;
“Fâtih”e ve “Feth”e Yöneltilen Asılsız İtham ve İftirâlar

 

Türk halkının millî ve mânevî değerlerine saldıran, asılsız iftirâlarıyla küçümsemeye ve alay etmeye kalkışan “târihçi” sıfatındaki bazı “tahrifçi” ler; İstanbul’un fethinde gemilerin karadan yürütülüşünün bir hurâfe olduğunu, Osmanlı ordusunun kuşatmada tüfeğin varlığından bile habersiz olduğunu ileri sürüyor; Bizans surlarına sancağı diken “Ulubatlı Hasan” adlı kahramanın, milliyetçi hislerin etkisiyle sonradan uydurulduğunu iddiâ ediyorlar.(1)

Siz asrın “tahrifçi” lerinin “öne sürdüğü” nü bırakın, devrin “târihçi” lerinin “gözüyle gördüğü” ne bakın!..

 

Fâtih Sultan Mehmed’in
“Gemileri Karadan Yürütmesi” bir Efsâne midir?

Fâtih Sultan Mehmed’in bütün seferlerine katılan ve bu seferler esnâsında “müşâhade itdüm!” dediği(2) olayları “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde toplayan Tursun Bey’in ifâdesine göre; Bizans İmparatoru Justinianus Haliç’i kalın zincirlerle kapatınca “limân tarafı bi’l-külliyye mesdûd (tamâmen kapalı) olub”, Osmanlı askerleri “ol tarafdan kâfire şağl (işgal) gösteremedüklerinden”, pâdişâhın “hâtır-ı âtar” ına bu engelin “def’” ini sağlayacak muhteşem bir fikir gelip; “Kadırgalar ve kayuklardan bir neçe gemileri kal’a-i Kalata (Galata kulesi) ensesünden çekdirüp limân denizine salalar!” diye emretti.(3)

Dirâyetli ve cesur pâdişâhın bu muhteşem plânı ile zihninde tasarladığı şey, İstanbul’un hem karadan, hem de denizden “muhâsara kılınub, düşmanun” çil yavrusu gibi dağılmasını sağlamaktı. Bu “fermân” ın yerine getirilmesi için, derhâl “san’at” ında “mâhir mühendisîn ve melâhîn” biraraya toplanıp, “Pâdişâh-ı İslâm” ın emriyle “gemilerü gün-â-gûn ve levn-â-levn (rengârenk) bayrağlarla bezeyüp yelkenler açdı” lar.(4) Ardından yetmiş pâre gemiyi “kal’a-i Kalata ensesünden havada yörüt” meyi başararak, bu gemileri Bizans sularına “getürüb, mükemmel yerâğ (donanma) ile limân denizüne” saldılar.(5) Fethi gözleriyle gören asrın “târihçi” si böyle söylerken, bu “tahrifçi” ler neye dayanarak bunu inkâra kalkıştılar?

Tursun Bey’le aynı çağda yaşayan ve yine fethin canlı şâhidlerinden olan Âşık Paşazâde ise “Tevârîh-i Âl-i Osmân”ında; “yetmiş pâre gemi Kalata’nun üsti yanundan, kurudan yelkenün açdılar.” diyerek(6) hâdiseye bizzat şâhidlik ederken; yine İstanbul’un fethinde bizzat hazır bulunanlardan Mehmed Neşrî de “Kitâb-ı Cihânnümâ”sında; “yetmiş pâre gemi” nin “Galata’nun üsti yanundan, depeden aşağa yelken açup, savaşcıları içinde ayâğan dururken, bir tasnîfle kurudan” yürütülerek, “hisâr dibine, denize” indirildiğini(7) haber vermiştir.

Ayrıca Fâtih döneminde sadrâzamlık yapmış olan Nişancı Mehmed Paşa da “Nişancı Târîhi”nde, Fâtih’in “Kalata üzeründen” yelken açan “yetmiş pâre gemi” yi “kurudan çekdirüb, Hazret-i Eyyûb civârında olan deryâya” indirttiğini;(8) Âlî de “Künhü’l-Ahbâr”ında donanma erlerinin “gemilerün yetmiş pâresini kuru yerden, araba gibi tekerlekler üzerine alup, bâ-husus muvâfık rûzgâr ile yelkenlerin açturub kurudan” çektiklerini(9) açık bir dille teyid etmektedir.

Ayrıca yalnız dönemin Türk târihçileri değil, fethi yakından takip eden Bizans’lı târihçileri Ducas, Kritovulos ve İtalyan hekimi Niccolo Barbaro da, gözleriyle gördükleri bu olağanüstü manzarayı eserlerine bütün ayrıntılarıyla kaydetmişlerdir.

Bizans’a yardım için gönderilen bir Venedik gemisiyle 1451 yılında İstanbul’a gelen ve fetih esnâsında meydana gelen olayları yakından tâkip eden Niccolo Barbaro, 22 Nisan 1453 gecesi gemilerin karadan yürütülerek, Osmanlı erleri tarafından tekbir, davul ve nakkâre sesleri arasında Haliç’e indirilişini dehşet ve korku dolu sözlerle naklederek; “Bu gemilerin, sanki denizdeymiş gibi karada hareket ettiklerini gözleriyle tâkip etmemiş bir kimse için, bunun inanılamayacak kadar garip bir manzara olduğunu tekrâr etmek isterim. Ama ben bunları bizzat gözlerimle gördüm. Eğer bu hârikulâde olayın meydana gelmesinde hazır bulunmuş olmasaydım, bunun inanılmaz ve garip masallar gibi görünen rivâyetlerden olduğuna inanırdım!” demiştir.(10)

Her biri fethin görgü tanıkları olan yerli ve yabancı bunca “târihçi” nin bu kadar açık ifâdelerine rağmen, bu “tahrifçi” ler Fâtih’in gemileri karadan yürüttüğünü inkâr edip, lâfla kendi peynir gemilerini yürütmeye çalışıyorlar. Bu hâlleriyle aslında kendi kendilerini rezil etmekten başka hiçbir şey yapmıyorlar!..

 

İstanbul’un Fethi’nde
“Tüfek Kullanılmadığı” Doğru mudur?

Osmanlı ordusunda tüfeğin kullanılışı İstanbul’un fethinden çok daha eskilere dayanır. Nitekim Hadîdî “Tevârîh-i Âl-i Osmân”ında, Yıldırım Bâyezid’in daha 1390’lı yıllarda yaptığı İstanbul kuşatmasında, Osmanlı askerlerinin “tôp-u tüfeng” kullandığına işâret eder.(11) Sultan İkinci Murad döneminde yazılan bazı anonim eserlerde de gördükleri olayları kayda geçiren târihçiler, savaşlarda “tüfeng-endâz” denilen askerlerin bulunduğundan ve bu askerlerin “tîr” (mermi) ve “tüfeng” kullandıklarından açıkça sözederler.(12)

İstanbul’un fethinde hazır bulunan o dönemin târihçileri de fethin canlı şâhidleri olarak, Osmanlı ordusunun o yıllarda “tüfek kullanacak kadar ileri” olduğunu eserlerinde tasdik etmişlerdir. Bunların ilki, yeniçerilerin kuşatma esnâsında “içerüden-taşradan tôp ve tüfeng” sesleriyle yeri-göğü inlettiklerini haber veren Tursun Bey’dir.(13)

İkinci Murad ve Fâtih dönemlerinde yaşamış olan Edirne’li Oruç Beğ de, Fâtih Sultan Mehmed’in muhâsaradan önce, “Edrene’de” surları yıkmak ve düşmanı kırmak için “hazırlanan tüfengleri ve tôpları çekdürüp” İstanbul’a getirttiğini(14) bize nakletmiş; yine bu iki pâdişâhın seferlerine katılan târihçilerden Mehmed Neşrî de “Kitâb-ı Cihânnümâ”sında; “yeniçeriden ve gayrıdan tüfeng-endâzlar” ın fetih esnasında “tüfengle ölecek kâfirleri ırakdan parmağla gösterüb”, onları hedef alarak “tîr-i tüfeng (tüfek mermisi) zenbereğin, etrâfa bârân (yağmur) gibi yağdurı-başladı” klarını haber vermiştir.(15)

Kemâl Paşazâde ise “Tevârîh-i Âl-i Osmân”ında bu sözlere dayanarak; fetihte önemli işler gören “tüfekciler” in “hisârun içini tüfek tolısiyle (mermisiyle) toldırub”, bu “tüfek tolı” larını “tüfek” ve “zenberekler” le, düşmanın mevzîlendiği “hisâr üzerine tolı gibi” yağdırdıklarını ifâde etmiştir.(16)

Bunca görgü şâhidinin gözüyle gördüğü bu kadar alenî bir gerçeği pervâsızca inkâra kalkışanların yaptığına “güneşi balçıkla sıvamak” denmez de ne denir? Devrin târihçileri bu kadar açık bir biçimde beyân ederken, kör kuyuya taş atan bu şuursuz “tahrifçi” ler neye dayanarak bu târihi gerçeği inkâr etmektedir?

 

“Ulubatlı Hasan”
Uydurma Bir Şahsiyet midir?

İstanbul’un fethi esnâsında “Ulubatlı Hasan” adında birinin bulunmadığı iddiâsını ortaya atanlar da, ellerinde hiçbir delil olmadığı hâlde, ısrarla Ulubatlı Hasan’ı millî hislerin heyecanına kapılarak uydurulmuş sahte ve hayâlî bir kahramanmış gibi göstermeye çalışmaktadırlar.

Halbuki Bizans surlarına ilk sancağı dikenin “Ulubatlı Hasan” adında bir Türk eri olduğunu rivâyet eden ve şehid edildiği ânı ihtişam dolu sözlerle ilk ağızdan bizlere nakleden, milliyetçi duyguları kabaran bir Türk tarihçisi değil, o esnâda düşman safında yer alan Bizans târihçisi Phrantzes’tir.

Phrantzes’in ifâdesine göre; muhâsaranın son anlarında “Ulubatlı Hasan adında dev cüsseli bir yeniçeri kalkanını yüzüne süper edinerek, yalınkılıç” düşmanın üzerine atılmış; “otuz kadar asker” de peşinden gelerek surlara tırmanmaya başlamıştı. Surların üzerine kadar çıkmayı başaran “Ulubatlı Hasan” ın “ayağı bir taşa takılıp surlara düştü” ğü an, daha önce “yerlerini bırakıp kaçmış” olan bâzı Bizans askerleri, bu kahraman Türk erini “surların dibinde görünce ok ve taş yağmuruna” tutmuşlar, fakat o bütün gücüyle direnerek “dizüstü çökmüş vaziyette” sancağı burçlara dikmeyi başarmıştı.(17) Ancak “o kadar çok yara aldı ki, sağ eli çalışmamaya” başladı. Sonunda “atılan oklar” bu kahraman askerin tamamen “cansız bir hâle” düşmesine sebebiyet verdi. Nihâyet Ulubatlı Hasan, vücûduna saplanan okların tesiriyle surların üzerinde son nefesini verdi.(18)

Tâcîzâde Câfer Çelebi “Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”nde her ne kadar isminden sözetmese de, Ulubatlı Hasan’ın ve beraberindeki on sekiz yeniçerinin surlara tırmandığı âna işâret ederek; “Edirne-kapusu canîbinden olan gedikte kıtal iden gâzîler kâfirlere gâlip gelüb, beş-on gâzî duvâr üzerine çıkub sancak dikti.” demek sûretiyle(19) Phrantzes’in yukarıdaki sözlerini teyid etmektedir.

Hâl böyleyken, halk o devirde yaşayan ve fethin canlı şâhidleri olan bu “târihçi” lerin “gözüyle gördüğü” ne mi inanacak; yoksa fetihten asırlar sonra hâriçten gazel okuyan bu “tahrifçi” lerin, hiçbir delile dayanmadan “öne sürdüğü” ne mi bakacak?

Ortada bu kadar açık ve kesin belgeler varken, kuru lâfla onlar kendi kendilerini kandırırlar.

 

(1) Erdoğan Aydın, “Fâtih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler”, s. 194 vd.; Gülten Aydın, “Hürriyet gazetesi”ndeki makalesinden.

(2-5) Tursun Bey, “Târîh-i Ebu’l-Feth”, s. 9, 52; nşr. Mertol Tulum.

(6) Âşık Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, s. 487.

(7) Mehmed Neşrî, “Kitâb-ı Cihânnümâ”, c. 2, s. 690-691.

(8) Nişancı Mehmed Paşa, “Nişancı Târihi”, vr.6.

(9) Gelibolulu Mustafa Âlî, “Künhü’l-Ahbâr”, c. 5, vr. 97.

(10) Niccolo Barbaro, “Giornale dell’ Asedio di Costantinopoli, 1453”, Venezia, 1856.

(11) Hadîdî, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, s. 112. trc. N. Öztürk.

(12) H. İnalcık-M. Oğuz, “Gazavât-ı Sultân Murâd bin Mehemmed Hân”, s. 52, 67.

(13) Tursun Bey, a.g.e., s. 55; nşr. Mertol Tulum.

(14) Oruç Beğ, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, 30a vr.

(15) Neşrî, a.g.e., c. 2, s. 693-695.

(16) Kemâl Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, VII. Defter, s. 53-55.

(17-18) Georgios Phrantzes, “Chronicon”, s. 182-183. trc. V. Mırmıroğlu.

(19) Tâcîzâde Câfer Çelebi, “Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”, s. 203.

 

 

İstanbul’u Fethedip Hıristiyanlara En Büyük Darbeyi Vuran;
Fâtih’e İftira Atmak, Vebâlin En Büyüğüdür!

Çetin Altan “şeytanın gör dediği” şeyleri gördüğü köşesinde, “şeytan” ın “dürtmesi” yle olsa gerek ki; “Türbanlı Mona Lisa, Çember Şapkalı Fâtih” adında bir yazı yazıp, Fâtih’in; “Bir frengi kâfir olduğun bilürdi Avniyâ / Belün-ü boynunda zünnâr-u çelîpâyı gören.” mısrâlarını öne sürerek, önce bu büyük İslâm hükümdârının “hıristiyan olduğunu” (!) iddiâ ediyor, sonra da; “Böyle tarihsel ve çarpıcı bir belgeyi görmezlikten gelmenin yararı kime?” diye soruyordu.(1)

Altan, hayatını hıristiyanlarla mücâdele yolunda harcayan bu İslâm hükümdârına bu çirkin ve “çarpıcı” iftirâsını “yamarken” şiirin daha önceki mısrâlarını ağzına bile almıyordu. Alamazdı; çünkü bu mısrâlar Fâtih’in bu şiirde kendisinden değil, Galata’da yaşayan bir hıristiyandan sözettiğini gösteriyordu!..

İstanbul’un fethinde, kuşatmanın son gecesi “Hakk dergâhına teveccüh” ederek yaptığı “niyâz” ında, hıristiyanlardan; “hasm-ı bed-gîrdâr (kötü huylu hasım) ve düşmân-ı nâ-bekâr (alçak düşman)” diye sözederek;(2) onları “vahdâniyyeti gün gibi zâhir” olan Allah’ın “zât-ı mukaddes’ine eş ve benzer yoğ idiğün” pervâsızca “inkâr-ı küllî eyleyüb”, bir olan Allah’a “sâlis-i sülüse (üçün üçüncüsü) isnâd eyleyen zâlimler” ve O’nun “kavlini (buyruğunu) tasdîk itmeyen bî-dînler (dinsizler)”(3) diye nitelendirmesi, Fâtih’in hıristiyanlara ve hıristiyanlığa hangi gözle baktığını açıkça göstermektedir. Bunları söyleyen bir İslâm hükümdârının “hıristiyan olduğu”nu iddiâ etmek ne kadar gülünç ve ne kadar yersizdir!

Hıristiyan târihçilerinden Phrantzes de, İkinci Murad’ın yerine Fâtih’in tahta geçmesinden sözederken; “Yeni pâdişah genç olup çocukluğundan beri hıristiyanların düşmanıdır!” diyerek(4) bu yersiz iddiayı kökünden çürütmektedir.

Çetin Altan şeytanın “gör” dediğini göreceğine, yukarıdaki “târihsel belge” leri görseydi, böyle boş ve asılsız iddiâlara yeltenmez; şeytanın her “gör” dediğini tutup da “târihsel belge” diye halkın önüne sürmezdi!..

Şimdi yukarıdaki “târihsel belge” leri önüne koyduktan sonra, o soruyu Çetin Altan’ın kendisine sormak lâzım:

“Bunca târihsel ve çarpıcı belgeyi bile bile görmezden gelmenin yarârı kime?”

(1) Çetin Altan, “Şeytanın Gör Dediği”, Milliyet gazetesi, 24.02.2005.

(2-3) Tâcîzâde Câfer Çelebi, “Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”, s. 197-198.

(4) Phrantzes, “Chronica”, s. 211. V. Mırmıroğlu trc. TTK dışbasımı.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR